Çoktan Seçmeli Gelecek

Üniversite sınavı yaklaşmış iki gençle konuşuyorum. Çok çalıştıklarından, sınavlarda nasıl derece yaptıklarından, herkesin zorlandığı matematik problemlerini nasıl da çözdüklerinden bahsediyorlar biraz. Zor ama, bir ara fırsatını bulup soruyorum o can alıcı soruyu:
– Ne olmak istiyorsunuz ?
– …
– Hangi bölümde okumak istiyorsunuz ?
– …
Biri sessizliği bozuyor sonra. Puanlarımız çok yüksek diyor, tıpa gideriz her türlü. Olmadı iyi bir mühendislik tutar zaten… Diğeri atılıyor hemen. Fizik Tedaviciler çok kazanıyormuş, o da olabilir aslında..! Diğeri ekliyor, abi diyor zaten ya PDR’ci olacaksın bu devirde ya fizik tedavici..!
Lise sınavlarında da durum farklı değil. Hatta durum daha vahim. Liseyi çocuk değil aile seçiyor onun yerine. Sen çok puan aldın, fen lisesine, sen biraz daha az aldın, Anadolu Öğretmen Lisesi’ne gibi. Sınavda bir netle fen lisesini kaçıran çocuğa düşman olan aileler gördüm… Ya da üniversitede sırf ailesinin rızası olsun diye tıp okuyanlar. Suç kimde peki? Eğitim sisteminde mi, ailede mi, kişinin kendisinde mi?
Suçlu aramaya meraklıyızdır bir de. Oturduğumuz yerden eleştiriler, küfürler yöneltip kendimizi ak çıkarmayı severiz. Biz öyle yapmayalım. Tespit yapalım sadece. Neyse konuya dönersek aslında suçlu tek bir kişi ya da kişiler değil. Suçlu hepimiziz.
Küçük yaştaki çocuklar için aile daha önemli. Ona nasıl bir vizyon kazandırırsa öyle gidecek hayatında. Önce sınavlarla ilgili bu kadar büyük sorumluluğu yüklememeli evladına. Her aile iyi bir eğitim almasını ister çocuğunun ama asıl öneli olan şey göz ardı ediliyor: “Hedef”.
Eğer hedef kazandırılmazsa çocuğa rüzgarda savrulur sadece, belki en iyi netleri yapar, en iyi okullarda okur ama yirmi yaşına geldiğinde hala hayattan ne istediğini bilmez. Böyle olunca boşluğa düşer. Alacağı paraya göre, kazanacağı karizmaya göre seçer mesleğini. O yüzden de kendisine ait hissedemez, bütünleşemez bir türlü. Sıkıntısı hayatı boyunca çeker sonra. Hani en güzel okullarda okumuştu, en iyi dereceleri yapmıştı, neden böyle oldu diye sızlanılır sonra. Sizce de bu işte bir terslik yok mu?
Gelelim ikinci suçlumuza. Öyle bir eğitim sistemi ki, kişiye hedef kazandırmaktan yoksun. Aynı cins robot yetiştiren fabrika gibi okullar. Şunu seveceksin, şundan uzak duracaksın. Şu kadar netin varsa zekisin, çalışkansın  mantığı hakim. Hala sayısal derslerin baskıcılığı var. Matematik, fizik yapabiliyorsan daha değerlisin gibi. İkincisi ise neden bu kadar uzun? Hayata atılmak için, mesleğimizi yapmamız için neden senelerce oyalıyorlar bizi. Neden çünkü robot yetiştirmeye yönelik, insan değil. Aynı şeyleri senelerce gösteriyorlar. Örnek vereyim: Türk Dili. İlkokul ikinci sınıfta başlıyoruz ünlü yumuşaması, ünsüz benzeşmesi görmeye. Dördüncü sınıfta bir daha. Altıncı sınıfta bir daha. Son sınıfta bir kez daha. Bir de üstüne dersaneleri eklerseniz liseye başlayana kadar aynı şeyleri yedi defa işliyoruz. Yetmiyor, anlamıyoruz çünkü. Aptalız biz. Lise birinci sınıfta yine aynı şeyler. Üniversiteye hazırlanırken bir kez daha. Yine dersaneler filan derken etti oniki. Yetmedi, anlamadık çünkü. Üniversiteye geliyoruz birinci sınıfta yine aynı ders. Yok yumuşama böyle yok düşme şöyle. Aynı örneği matematikteki kümeler için de veririm hep. Boş küme, kesişik kümeyi o kadar gördük ki haddi hesabı yok. Durun daha yetmedi.
Geçenlerde yüksek lisans sınavına girdim. Aynı şekilde hiç bozmamışlar. Yok ünlü düşmesi, yok ünsüz benzeşmesi devam. Kümeler de aynı şekilde. Çaresiz bulduk kümelerin kesişimini de. Üniversiteyi bitirdiniz yaklaşık 25 yaşlarındasınız. KPSS’ ye giriyorsunuz, aynı şeyler. Yani senin 10 yaşındaki çocuğa yaklaştığın mantıkla 25 yaşındaki (çocuğa!) yaklaştığın mantık aynı. Sonra neden geç olgunlaşıyor bu gençlik diye sorar durursunuz.
Örnekleri çoğaltabilirsiniz. Üçüncüsü niye bu kadar yayılıyor mesela. Altı ay eğitim, dört ay tatil! Sen kişiye dört ay tatil verirsen ne öğrendiyse unutur o insan. Soğur derslerden. Yetmiyormuş gibi araya bir sürü lüzumsuz ders de sıkıştırıp iki senede bitecek eğitimi beş seneye çıkarıyorsun! Sonra adam 25-26 yaşları civarında lisansını bitiriyor. Daha hayata başlaması için önce o kadar mezunun arasından sıyrılıp iş bulması para kazanması gerekecek. Düzeni oturtmak, kendine gelmek de neredeyse bir sene. Bu kişi ne zaman kariyer yapacak, ne zaman evini, ailesini kuracak. O değil, yaşlandı zaten. Otuz yaşına geldi bir düzen kurana kadar.
Hemen burda aileye yeniden dönmek istiyorum. Eğitim ve öğrencilik bu kadar uzun sürünce aileler yirmi yaşını geçmiş adamı hala çocuk görmeye devam ediyor. Osmanlı’da yirmi yaşında padişah olup ülke fethedilirken, bizdeki yirmi yaşındaki çocuğumuz daha bakkala ekmek almaya gitmeye üşeniyor. Sorumluluk almak istemiyor hiç. Para da aileden geliyor nasıl olsa neden sorumluluk alsın!
Osmanlı’da neden öyleydi biliyor musunuz? Fıtrata uygun bir yaşayış vardı çünkü. Çocuklara çocuk gibi değil, geleceğin yetişkinleri olarak bakılır, daha anne karnındayken maddi manevi yetiştirilen çocuk ergenliğe girdiğinde ruhsal ve bedensel olarak bir bütünlüğe ulaşıyordu. Şimdi beden olarak gelişen ama ruh olarak yirmi beş yaşında daha on yaşındaki aklıyla karar veren kişiler var onun yerine. Bunlar fıtrata uyguna davranmamanın sonuçları ve acısını hep beraber çekiyoruz ve çekmeye devam edeceğiz gibi.
Konuyu çok dağıtmadan kişinin bu konudaki kendi sorumluluğuna gelelim. Ne kadar aile ve okul etkili olsa da olay kişinin kendinde bitiyor yine bir yaştan sonra. Aile hedef kazandıramadıysa bile çocuk farklı kurslara katılarak, farklı hobiler deneyerek varoluşunda saklı olan mesleği ve hayat amacını ortaya çıkarmaya uğraşmalı. Sürekli aramaya devam etmeli. Müzikte mi yeteneği var, bir gitar, bağlama kursuna gitmeli. Matematikte mi yeteneği var, olimpiyatlara katılıp adını duyurmalı, kendini daha çok geliştirmek için eğitimler almalı.
Yok param yok, imkanım yok gibi sızınmalar samimi değil. Önünde internetin var, ne istersen herşeyi bulabildiğin büyük bir dünya. Hiçbir şey mazeret değil, sen kendini küçük görüyorsun sadece. Hz. Ali’ye atfedilen bir söz var: “Ey insan! Sen kendinin küçük bir cisim olduğunu sanırsın, oysa en büyük alem senin içinde gizlidir.”
İnsan işte, kendini keşfetmek istese dış dünya ona küçük gelecek bilmiyor. Bilmiyoruz. Oyuncaklarla oyalanıp gerçeği, hakikati erteliyoruz.
Sisteme köle olmuş robotlar gibiyiz, sorgulamıyoruz, seçmiyoruz. Öyle olunca sorgulanıyoruz, seçiliyoruz, yönetiliyoruz. Geleceğimizi, çoktan seçmeli cevaplara sıkıştırıyoruz sonra.
Çözümü de yüzeysel arıyoruz, sınavı 3 saatten 3 saat 15 dk ya mı çıkarsak, her sene mi yapsak, daha fazla soru mu sorsak..! Evet, ne bakanız ne de milletvekili, öyle ha deyince değiştiremeyiz bir şeyleri. Değiştirmemiz de gerekmez zaten illa ki. Sadece sormak lazım, kendimize, ben değişiyor muyum önce diye…
Cevap mühim değil, kesin bir şeyler olmak zorunda da değil. Değişimin ilk anahtarıdır sorular, cevabı olmasa da etkisi kendini gösterir yavaşça. Sonra hissedersin ki, sen değiştikçe değişiyordur hayat.

CEVAP VER

Lütfen yorum yapın!
Buraya lütfen isminizi girin.

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.